Özlem Aslan, ‘Türkiye’de Annelik Siyaseti ve Barış Anneleri Deneyimi’ başlıklı tezinde özetle, Türkiye'de anneliğin “kadınlar arasında evrensel bir bağ olmaktan çıkıp”, kadınları “hakiki” (vatanı için kendini feda etmeye hazır çocuklar yetiştirenler) ve “sözde” anneler olarak ayrıştıran bir araç haline geldiğini, bu şekilde Barış Anneleri'nin annelik kategorisinden dışlandıklarını söylüyordu.
O günden bugüne değişen birçok şey oldu. “Barış süreci” başladı, Cumartesi Anneleri/İnsanları 10 yıllık aradan sonra 2009’da tekrardan Galatasaray Meydanı’nda oturmaya başladı. 2011’de Başbakan olan Tayyip Erdoğan Cumartesi Anneleri’yle görüştü.
Barış Anneleri, Kürt sorununun barışçıl çözümü için 1996’da bir araya geldi, 1999’da beyaz başörtüleri ve gülleriyle Ankara’ya yürüyüşleri ses getiren eylemlerinden oldu. 2005’te Barış Anneleri’nden Müyesser Güneş “Barış İçin 1000 Kadın” eylemi kapsamında Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilmişti. |
Ancak Erdoğan 2014’te Aslan’ın tezini doğrular nitelikte bir çıkışta bulundu: “Galatasaray Lisesi'nin önünde gelip, oturma eylemi yapanları yazardınız, çizerdiniz, görüntülerdiniz. Peki yavruları dağa kaçırılan bu anneleri niye görmüyorsunuz, niye bunları yazmıyorsunuz?”
Aslan’la Barış Anneleri’ni, mücadelelerinin kamuoyunda yarattığı etkiyi ve annelik söyleminin yansımalarını konuştuk.
Barış Anneleri nasıl ortaya çıktı? Cumartesi oturmalarıyla tanıdığımız Cumartesi Anneleri’yle bir bağları var mıydı?
Türkiye’de farklı politik ve tarihsel bağlamlarda annelik kimliği etrafında örülen örgütlenmeleri görmek mümkün. Bu tabii Türkiye’ye özgü bir durum değil. Dünyada da kadınların kamusal alanda birtakım taleplerini annelik kimliği üzerinden dile getirdiklerini biliyoruz. Bu örgütlenmelerin bir çoğu kendilerini annelikle ilişkilendirilen sevgi, şefkat ve sorumluluk gibi özelliklerle tanımlıyorlar. Türkiye’de bunun bilinen en yaygın örnekleri Cumartesi Anneleri ve Barış Anneleri. Tabii bir de anaakım medya ve devlet yetkilileri tarafından onların karşılarına çıkarılan ama kamusal varlığını onlar kadar kararlı birşekilde sürdürmeyen Cuma Anneleri ve Şehit Anneleri var.
Özlem Aslan kimdir? "Feminist Yaklaşımlar" dergisinin kurucu ve editörlerinden Özlem Aslan’ın 2007’de Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamladığı yüksek lisans tezinin başlığı ‘Türkiye’de Annelik Siyaseti ve Barış Anneleri Deneyimi’ydi. Toronto Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi bölümünde doktora eğitimine devam ediyor |
Cumartesi Anneleri ile Barış Anneleri sık sık birbirleriyle karıştırılır. Fakat birbirlerinin eylemlerine destek verseler de bu iki örgütlenme farklı özneler tarafından farklı ihtiyaçlar gereği kurulmuştur. Cumartesi Anneleri Arjantin’deki cunta yönetimi tarafından öldürülen çocuklarının hesabını sormak için Plaza del Mayo meydanında toplanan annelerden esinlenmiştir. Plaza del Mayo anneleri gibi gözaltında kaybolan ve “faili meçhul” siyasi cinayetlerle ortadan kaldırılan çocukları için 1995’ten bu yana her Cumartesi günü Galatasaray Meydanı’nda oturma eylemleri düzenlemektedirler. Cumartesi Anneleri çıktıkları dönemde oldukça ses getirmişlerdi. Hatta medya onların hareketlerinin meşruiyetini ortadan kaldırmak için “Cuma Anneleri”ni ortaya atmıştı. Mübarek Cuma gününde şehit çocuklarının mezarı başında ağlayan anne fotoğrafları Cumartesi Anneleri ile yan yana koyuluyor annelerin samimiyetleri çocuklarının siyasetleri üzerinden sorgulanıyordu.
Barış Anneleri’nin misyonu ise Cumartesi Anneleri’nden daha farklıdır. Onlar Türkiye’de savaşı bitirmek için yola çıkmışlardır. 1996’da kurulan inisiyatif ulusal ve uluslararası arenada barış taleplerine meşruiyet kazandırmayı hedeflemiştir. En çok ses getiren eylemlerinden biri 1999’da örgütledikleri Ankara ziyaretiydi. 40 kadın Diyarbakır’dan Ankara’ya “Geride kalanlar aşkına”, “Biz anayız barıştan yanayız” sloganlarıyla gittiler. Fakat Ankara’ya girişleri polis tarafından engellendi.
Yine 2004’te Istanbul, Diyarbakır, Batman, Şanlıurfa, Kızıltepe, Siirt, Nusaybin ve Gaziantep’ten gelen 120 kadın o dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ile görüşmek istedi. Başlarında her zamanki gibi beyaz başörtü, ellerinde beyaz güller vardı. Hilmi Özkök ile görüşemeseler de bu ziyaret kamuoyundaki görünürlüklerini hatırı sayılır birşekilde arttırdı. Newroz’lara ve 8 Mart’lara katıldılar. Ayrıca yurtdışındaki kadın gruplarıyla ve siyasilerle bağlantılar kurdular. 2002’de Avrupa Parlamentosu tarafından davet edildiler.
Tüm bu kamusal varoluşlar kolay olmadı. Mesela bu dönemlerde anne olmaları ya da kadın olmaları polis şiddetini engellemedi. 2005’te Barış Anneleri’nden Müyesser Güneş’in “Barış İçin 1000 Kadın” eylemi kapsamında Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilmesi ise Türkiye’de inisiyatifin görünürlüğü ve meşruiyetini arttıran bir gelişme olmuştu.
Barış Anneleri'ni kim oluşturdu? Mücadelenin içinde kimler var?
Her ne kadar Türkiye’de savaştan etkilenen tüm anneleri kapsamayı hedeflemişlerse de inisiyatif daha çok Kürt annelerden oluşmaktadır. İnisiyatife destek veren birkaç asker annesi olmuşsa da bunların sayıları hem inisiyatife dair önyargılar nedeniyle hem de asker aileleri üzerindeki baskılar nedeniyle sınırlı olmuştur. İnisiyatif anneliği siyaset üstü evresensel bir kimlik olarak tarif eder. Tam da bu tarif üzerinden Kürt anneleri ile Türk anneleri arasında savaş karşıtı bir dayanışma örgütlenebileceği fikriyle hareket eder. Çünkü ikisi de çocuk büyütmenin nasıl bir pratik olduğunu ve çocuk sevgisini bilirler. Acının ortaklığını en iyi annelerin anlayabileceğine, annelik kimliği üzerinden savaş karşıtı bir hareket örgütlenebileceğine inanırlar.
Fakat ne yazık ki bu varsayımların gerçeğe dönüştüğü söylenemez. Elbette bugün Türkiye’de barışı konuşuyor olmamızda Barış Anneleri İnisiyatifi’nin istikrarlı ve kararlı mücadelesinin payı çok büyük. Fakat biz onların deneyiminde de gördük ki annelik tek başına insanlar arasında bir bağ kurmaya yetmiyor. İktidar tıpkı Cumartesi Anneleri’nde olduğu gibi Barış Anneleri’nin karşısına Şehit Anneleri’ni koyarak makbul ve makbul olmayan anneler yaratıyor. Dolayısıyla onların deneyimi gösterdi ki diğer bütün kimlikler gibi annelik de bir mücadele alanı ve geniş kesimlerin desteklediği güçlü bir barış hareketi olmaksızın toplumda dönüştürücü bir etki yaratmaları oldukça zor.
Kürt hareketinde 90'lardan itibaren çok sayıda kadın PKK’ye katıldı, 2000'lerden itibaren de Kürt siyasi partilerinde kadın kotası, eşbaşkanlık gibi uygulamalara geçildi. Peki Barış Anneleri, neden kamusal alana ‘anne' kimliğiyle çıkmayı seçti? Bu, kadının kamusal alana çıkarken, politik bir söylem oluştururken dahi 'anne' rolünden çıkamamasıyla açıklanabilir mi? Anneliğin, Barış Anneleri’ni geleneksel rollere hapsetmek yerine, politik bir özne olarak kamusal alanda söz söylemelerini mümkün kıldığını söyleyebilir miyiz?
Bu soru benim yüksek lisans tezim boyunca uğraştığım bir soru. Mesele Barış Anneleri olduğunda her nasılsa insanların aklına ilk bu soru geliyor. Peki bu kadınlar özgürleştiler mi? Şimdi bu sorunun meşru bir tarafı var ama can sıkıcı bir tarafı da var. Meşru tarafı, evet, annelik feministler için gerçekten çetrefilli bir mesele. Çünkü senin de dediğin gibi annelik bir yandan kadınları güçlendiriyor bir yandan da onları eziyor. Bunu nasıl yapıyor? Öncelikle anne olanlar ile olmayanlar arasında hiyerarşiler yaratarak, sonra da çocuk bakım hizmetini kadınlara kitleyip onları yapmak istedikleri birçok şeyden alıkoyarak. Dolayısıyla bu kadar çetrefilli bir kavram üzerinden kamusal alana çıkmak ister istemez bu soruları gündeme getiriyor.
Bu konuda şunu söyleyebilirim: kuramsal düzeyde istediğiniz kadar bu soruları sorun bunun tek bir cevabı olamaz. Çünkü annelik tarihsel bir bağlamda kuruluyor. Yani Barış Anneleri’ndeki kadınların hareketle ilişkileri çocukları üzerinden olmuşsa buna dair yapacak birşey yok. Onlar çocukları dağa çıkan anneler olmak üzerinden bir araya gelmişler ve siyasete böyle eklemlenmişler. Fakat bu kadınların tek bir kimliği olduğunu da söylemek yanlış olur. Bir Barış Annesi gidip parti meclisinde de çalışabilir, milletvekili de olabilir. Yani farklı kimlikleri aynı anda taşıyabilir, hepimiz gibi.
Şimdi sorunun can sıkıcı yanına geleyim. Şehit anneleri söz konusu olduğunda bu soru nedense hiç sorulmuyor. Yani şehit anneleri özgürleşiyorlar mı yoksa devlet bu kadınları araçsallaştırıyor mu? Ama Barış Anneleri söz konusu olduğunda bu soru hiç es geçilmiyor. Burada ben Kürt hareketine ve Kürtlere dair önyargıların devreye girdiğini düşünüyorum.
Anneler söylemlerinde kadınlığı ‘barışçıl’ olarak mı kurgulamıştı? Peki annelerin söyleminde kadın gerillalar nasıl bir yere oturtulmuştu?
Şimdi özellikle Rojava savunmasıyla birlikte kadın gerillalar oldukça ön plana çıktılar. Ben bu araştırmayı yaparken de kadın gerillalar vardı. Hatta konuştuğum annelerden birinin kızı yeni katılmıştı örgüte. Ama benim de aklıma gelmedi o zaman bu soruyu sormak. Onlar da bunun üzerine birşey söylemediler. Fakat barış meselesi kadınlıktan çok annelikle ilişkilendiriliyordu sanki. Çünkü bir insanın ölümünün ne kadar zor birşey olduğunu anlamak için ilk önce bir insan yetiştirmiş olmak gerekiyordu. Yani kadın barışçıldır gibi cümleler sarf edilse de annelik deneyiminin barış için ayrı bir önemi vardı.
Bu biraz Sara Ruddick’in yaptığı annelik tanımına benziyor. Buna göre anneler çocukların ihtiyaçlarına yanıtlar üretirken kendine ait bir dili ve mantığı olan bir bakış açısı da edinirler. Pratiklerini ve kavrayışlarını şekillendiren bu bakış açısı kendi değerlendirmeleri ile somutlaşır ve rafine hale gelir. Duygular ve düşünceler bu kavramsal şemayı birlikte şekillendirir. İşte Sara Ruddick duyguların ve düşüncelerin birlikteliğinde oluşan bakış açısına “anneliğe özgü düşünce biçimi” diyor. Bu bakış açısı ya da düşünce biçimi insan gelişimini, yaşamı ve barışı korumayı temel ilkeler olarak sunar. Barış Anneleri’ninki biraz buna benziyor. Anneliğe özgü düşünce biçimine vurgu yaparak anneler arasında bir ortaklık yaratmaya çabalıyorlar.
2007'de tamamladığınız tezde 'annelik' söyleminin kamuoyu oluşturmaya yetmediğini, Türkiye'de anneliğin “kadınlar arasında evrensel bir bağ olmaktan çıkıp, kadınları “hakiki' (vatanı-millet için kendini feda etmeye hazır çocuklar yetiştirenler) ve “sözde' anneler olarak ayrıştıran bir araç haline geldiğini öne sürüyorsunuz. 2007'den sonraki gelişmeleri göz önünde bulundurduğunuzda bu tezi nasıl değerlendiriyorsunuz? Anneler meramlarını genel kamuoyuna anlatmakta ne kadar başarılı oldu?
Benim tezi yazdığım süreç Avrupa Birliği’ne entegrasyon süreciydi. Kürt meselesi daha yeni yeni kültürel bir mesele olarak tanınmaya başlanmıştı. Ama Abdullah Öcalan’dan, PKK’den bahsetmek hala tabuydu. Bugün geldiğimiz noktada özellikle de Rojava direnişiyle gerilla başka bir görünürlük kazanmaya başladı. Artık sokaktaki insan hükümeti eleştirmek için dahi olsa Abdullah Öcalan’ın siyasete girmesinin yakın olduğunı dillendirebiliyor. Bu tür tabuların yıkılması bile Barış Anneleri’nin misyonunun önemli bir ölçüde gerçekleştiğinin bir göstergesi.
Ama biz yine biliyoruz ki bunlar çok kaygan zeminler ve toplumsal anlamda bir barış yakalanmadığı sürece yüksek siyasette konuşulan barış bir anda ortadan kalkabilir. Arkasında güçlü bir toplumsal destek olmayan barışa hiçbir zaman güvenemezsiniz. Hem kendi tarihimizde gördük bunu hem de yanıbaşımızdaki Filistin meselesinde gördük. Orada da devlet adamları kaç kere masaya oturdu ama halklar birbirinden o kadar koparılmış vaziyetteki bir gün barış konuşulurken ertesi gün savaşın ortasına düşebiliyorsunuz.
Tabii ki bugün gelinen nokta yalnızca yüksek siyasetle açıklanamaz. Kürt Hareketi’nin ve Barış Anneleri’nin kararlı mücadelesi ve ödedikleri bedeller olmasaydı biz bugün böyle bir süreçten bahsedemezdik. Barış Anneleri kamusal alandaki varlıklarıyla gerillaların da bir aileleri olduğunu, onların da diğerleri gibi insan olduğunu gösterdi.
Açılım süreciyle birlikte Erdoğan’ın en sık kullandığı sözlerden biri ise “analar ağlamasın” oldu. Kürt Anneleri ve Türk Anneleri’ni bir araya getirerek pozlar verdi. Bu bir ölçüde misyonun gerçekleştiğine dair bir fikir verebilir. Fakat sonradan yine anladık ki Erdoğan bu sefer yeni ayrımlar yaratma yoluna gidiyor. Çocukları dağa zorla çıkarılan anneler ile çocukları isteyerek orada olan anneler gibi. Benzer şekilde Berkin Elvan’ın annesine yaptıkları da yine aslında anneliğin nasıl bir mücadele alanı olduğunu bir kere daha ortaya koydu. Aslında AKP hükümeti aslında Kürtleri toptan tanımayan devlet geleneği ile bir noktada örtüşüyor. O da meşru ve meşru olmayan hayatlar yaratma pratiği. Hayatlar arasında yapılan bu ayrım bazı insanların ölümünü “yas tutulmayı hak eden” diğerlerini ise “yas tutulmayı hak etmeyen” olarak kurguluyor ve bu kurgu iktidarın meşruiyet temellerinden biri olarak ortaya çıkıyor.
Bu nedenle her ne kadar Barış Anneleri’nin amaçları devlet şiddetine dair tanıklıklarını “siyasileşmemiş” bir kimlik olarak annelik üzerinden ifade etmek olsa da iktidar bizzat kendi çocuklarının siyasileşmiş kimliklerini onların anneliğini sorgulamak için kullanabiliyor. Çünkü aslında onların tanıklıkları bile tek başına iktidarın kurulma biçimine radikal bir başkaldırıdır. Annelerin tanıklıkları resmi söylemin suçlu/mağdur tanımlarını tersyüz eder. Anne- çocuk ilişkisinin evrenselliği ve çocuğun her durumdaki biricikliğini öne sürerek yas tutmaya değer/yas tutmaya değmez ayrımlarını sorgulatır. Dolayısı ile onların taşıdığı bilgi Veena Das’ın deyimiyle egemene dair zehirli bir bilgidir. Bu zehirli bilginin etkisine giren kişi iktidara bir daha asla eskisi gibi bakamayacaktır. Tam da taşıdıkları bu bilgi nedeniyle onlar resmi söyleme öylece eklenemezler. Onların tanınması Türkiye’de anneliğin, vatandaşlığın ve egemenliğin kuruluşunun radikal bir dönüşümünü talep eder tam da bu nedenle oldukça siyasidir.
Bir makalenizde[1] tezininizi özetledikten sonra “Yine de annelik gibi evrensellere sarılmanın kitleleri harekete geçirmek için kullanılamayacağı söylenemez” diyorsunuz. Buna göre Barış Anneleri'nin ne gibi başarılar elde ettiğini söyleyebiliriz?
Barış Anneleri İnisiyatifi’nin varlığı herşeyden önce savaşın travmasını yaşayan Kürt Anneler için bir iyileşme alanı oluşturması açısından önemliydi. Hem savaş hem de onunla bağlantılı olarak göç mağduru olan Kürt Anneler kimselerle paylaşamayacakları acılarını, kayıplarını bu mekanda kendileri gibi olanlarla paylaşma imkanı buldular. Paylaşılan acı üzerinden üretilen kolektif kimlik onların direncini ve umudunu arttırmada önemli bir rol oynadı.
Aynı zamanda inisiyatif annelerin hikayelerini daha geniş kesimlerle paylaşmalarına olanak sağladı. “Ben kimim?” sorusunun yanıtını bu mekanda birlikte buldular. Düşünün ki yasınız var ama bu yas devlet tarafından ve toplum tarafından meşru görülmüyor. Yalnız başınıza bunun altından nasıl kalkarsınız?
Bunun yanında Barış Anneleri İnisiyatifi annelerin savaş tanıklıklarını kamusal alanda dolaşıma sokarak savaşa dair alternatif bir bilgi oluşturmaya başladılar. Devlet kaynaklı cinsel şiddet, yakılan köyler, işkence, ayrımcılık en çok onların tanıklıkları üzerinden kamusal alanda görünürlük kazandı. Annelik kimliği işte tam da bu tanıklıkların dolaşımını kolaylaştırdı. (Eİ/HK)
[1] Özlem Aslan (2008), “‘Kaçınılmaz Ölüm’ün Girdabında Annelik: Türkiye'de Annelik Politikası ve Barış Anneleri Deneyimi“, Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar.
* Yavuz Önen Mimarlar Odası, Türk Mühendis ve Mimarlar Odaları Birliği (TMMOB) ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı genel başkanlarından. Halkların Demokratik Partisi (HDP) kurucu eş genel başkanıydı.